Bir zamanlar, küçük bir Anadolu köyünde Keloğlan adında genç bir delikanlı yaşarmış. Keloğlan adı, başındaki kellikten geliyormuş. Saçları olmadığı için köyün çocukları ona hep gülermiş. Ancak Keloğlan, her zorluğa rağmen güler yüzünü hiç kaybetmezmiş. Yaşlı annesiyle beraber köyün kenarında küçük bir kulübede yaşar, geçimlerini sağlamak için türlü işler yaparmış.
Keloğlan, zeki ve kurnaz bir gençmiş. Belki güçlü kuvvetli değilmiş ama keskin zekâsı, pratik çözümleri ve içten gülüşü onu köyde sevilen biri yapmış. Ancak fakirlik yakalarını hiç bırakmıyormuş. Kimi zaman odun toplar, kimi zaman da komşuların bahçelerinde çalışarak geçimini sağlarmış.
Her sabah erkenden kalkar, annesine yardım eder, sonra da iş aramak için köy meydanına gidermiş. Birçok kişi ona acır, küçük işler verirmiş. Fakat Keloğlan hiçbir zaman pes etmez, her zaman daha iyisini hayal edermiş.

Sihirli Çınarın Altındaki Karşılaşma
Günlerden bir gün, Keloğlan köyün dışındaki yaşlı çınar ağacının altında dinlenirken, birden karşısında ak saçlı, ak sakallı, elinde asası olan yaşlı bir dede belirmiş. Keloğlanın yanına oturmuş ve ona sormuş:
— Delikanlı, neden böyle düşüncelisin?
Keloğlan içini çekmiş:
— Ah dede, talihin yüzüme hiç gülmediğini düşünüyorum. Ne kadar çalışırsam çalışayım, annemle beraber hep fakiriz.
Yaşlı dede gülümsemiş:
— Talih kendiliğinden gelmez evlat, onu aramaya çıkmak gerekir. Padişahın sarayının arkasındaki dağda bir mağara var. O mağaranın içinde bir hazine saklı. Ancak o hazineyi sadece cesur ve zeki olanlar bulabilir.
Dede bu sözleri söyledikten sonra ortadan kaybolmuş. Keloğlan, dedenin söylediklerini düşünmüş. Biraz korkmuş ama annesine iyi bir yaşam sağlamak için bu fırsatı kaçırmak istememiş.

Tehlikeli Yolculuğun Başlangıcı
Ertesi sabah Keloğlan, annesine saraydaki dağa gittiğini ve birkaç gün gelmeyebileceğini söylemiş. Annesi endişelenmiş ama Keloğlanın kararlı olduğunu görünce ona bol yiyecek hazırlamış, hayır dualarını vermiş.
Keloğlan, yanına azıcık ekmek, peynir ve su alarak yola koyulmuş. Sarayın arkasındaki dağa ulaşmak zormuş. Dağ yolu dikenli, taşlı ve tehlikelerle doluymuş. Ancak Keloğlan hiç pes etmemiş. Bazen yorulup bir ağacın altında dinlenmiş, ama her seferinde biraz daha ilerlemiş.
Yolda karşısına türlü engeller çıkmış. Önce köprüyü bekleyen dev gibi bir adam ona yol vermek istememiş. Keloğlan ona zekice bir bilmece sormuş:
— Gece gündüz durmadan yürür ama yerinden hiç kımıldamaz, nedir bu?
Dev adam uzun süre düşünmüş ama cevabı bulamamış. Keloğlan gülümseyerek söylemiş:
— Cevabı saat!
Dev adam, zekâsına hayran kalıp ona yol vermiş.

Mağaradaki Sınavlar
Üç gün sonra nihayet Keloğlan, dedenin bahsettiği mağaranın önüne gelmiş. Mağaranın ağzı karanlık ve ürkütücüymüş. İçeri girdiğinde, mağaranın üç farklı yola ayrıldığını görmüş. Hangi yoldan gitmesi gerektiğini düşünürken, mağaranın duvarında yazılar görmüş.
Yazılarda şöyle diyormuş: Sağ yol zenginliğe, sol yol güce, orta yol ise gerçek mutluluğa götürür. Ancak her yolun kendine özgü zorlukları vardır.
Keloğlan uzun uzun düşünmüş. Zenginlik güzelmiş ama sonsuz değilmiş. Güç ise bazen insanı yoldan çıkarabilirmiş. Bu yüzden orta yolu, gerçek mutluluğa giden yolu seçmiş.
Orta yolda ilerlerken karşısına üç görev çıkmış. İlk görevde, birbirine benzeyen üç testiden hangisinin içinde su olduğunu bulması gerekiyormuş. Keloğlan testileri incelemiş, birinin çok hafif olduğunu, diğerinin çok ağır olduğunu, üçüncüsünün ise tam kararında olduğunu fark etmiş. Su dolu olanın üçüncü testi olduğunu anlamış ve onu seçmiş.
İkinci görevde, karşısına bir bilmece sormuş yaşlı bir kadın. Bilmece şöyleymiş: Ne kadar verirsen o kadar büyür, ne kadar alırsan o kadar küçülür.
Keloğlan biraz düşündükten sonra cevabın sevgi olduğunu bulmuş. Yaşlı kadın doğru cevabı duyunca gülümsemiş ve ona yol vermiş.

Gerçek Hazinenin Keşfi
Son görevde ise Keloğlan, kocaman bir odaya gelmiş. Odanın ortasında büyük bir sandık duruyormuş. Sandığın yanında ise şu yazı varmış: Bu sandıkta aradığın hazine var, ancak açabilmek için en değerli şeyini feda etmen gerek.
Keloğlan düşünmüş, yanında çok değerli bir şey yokmuş. Sonra aklına gelmiş, belki de maddi bir şey değil, manevi bir şey istiyorlardır diye. Annesinden yadigâr kalan küçük bir boncuk kolyesi varmış boynunda. Annesi ona her zaman bu kolye sayesinde onun yanında olacağını söylermiş.
Keloğlan, gözyaşları içinde kolyeyi çıkarıp sandığın üzerine koymuş. O anda sandık kendiliğinden açılmış. Ancak Keloğlanın şaşkınlığı, sandığın içinin boş olduğunu görünce daha da artmış.
Tam o sırada, mağaranın duvarları ışıldamaya başlamış ve karşısında yine o yaşlı dede belirmiş. Dede ona gülümseyerek:
— Hazineyi buldun Keloğlan, demiş. Gerçek hazine, fedakârlık yapabilmek, sevdiklerin için en değerli şeylerinden bile vazgeçebilmektir. Sen bu sınavı geçtin.

Keloğlanın Yeni Hayatı
Dede, Keloğlana annesinin kolyesini geri vermiş ve ona mağaradan çıkmasını söylemiş. Keloğlan, biraz buruklukla mağaradan çıkmış. Hiçbir hazine bulamadan dönmek zorunda kaldığı için üzgünmüş.
Ancak köye döndüğünde büyük bir sürprizle karşılaşmış. Kulübeleri yerine, güzel bir ev duruyormuş. Annesi onu kapıda karşılamış ve ona sarılmış. Anlattığına göre, Keloğlan gittikten bir gün sonra, evlerine bir heybe dolusu altın bırakılmış. Kim bıraktığını bilmiyorlarmış ama bir not varmış yanında: Bu altınlar, fedakâr bir oğlun annesine hediyesidir.
O günden sonra Keloğlan ve annesi, hiç zenginlik içinde rahat bir hayat sürmüşler. Keloğlan, eski günlerini unutmamış ve her zaman köydeki fakirlere yardım etmiş. Zekâsı ve iyiliği sayesinde köyde herkesin sevgisini kazanmış.
Zamanla Keloğlanın namı bütün ülkeye yayılmış. Padişah, onun zekâsını duymuş ve onu saraya danışman olarak almış. Keloğlan, padişahın en güvendiği kişi olmuş.
Ve böylece Keloğlanın talihi tamamen değişmiş. Eskiden ona gülen çocuklar şimdi ona hayran oluyormuş. Tüm bu başarıların sırrını soranlara ise hep aynı cevabı verirmiş:
— Gerçek hazine altın veya gümüş değil, fedakârlık yapabilmek ve sevdiklerin için çalışabilmektir.
Keloğlan, bu anlayışla uzun yıllar boyunca hem kendisi mutlu olmuş hem de çevresindekileri mutlu etmiş. Onun hikâyesi, kulaktan kulağa, nesilden nesile aktarılmış ve herkes ondan ders çıkarmış.