Mavi Şehrin İki Yabancısı Hikayesi

İstanbul’un sokaklarında gezinen yağmur damlaları, Boğaz’ın sularıyla buluştuğunda şehir farklı bir maviye bürünürdü. Zeynep tam da böyle bir günde, elinde şemsiyesi, saçları rüzgârda dans ederken Kadıköy iskelesinde bekliyordu. İşten çıkmış, yorgun bedenini evine götürecek vapuru beklerken gözleri karşı kıyıya takılı kalmıştı. İstanbul’a yerleşeli henüz beş ay olmuştu, büyük bir mimarlık firmasında işe başlamış, hayatının yeni sayfasını açmıştı. Arkadaşları onu İzmir’den bu kadar uzağa gitmemesi için ikna etmeye çalışmışlardı, ama o kararlıydı. Geçmişe dair anılarının gölgesinden kurtulup yeni bir başlangıç yapmak istiyordu.
Vapur iskelede yanaşırken telaşlı kalabalığın arasından birisi ona çarptı. Şemsiyesi yere düşerken karşısındaki adamın elleri kollarını tutmuştu.
“Özür dilerim, dikkat etmem gerekiyordu,” dedi adam.
Zeynep başını kaldırdığında, ıslak siyah saçları alnına yapışmış, kahverengi gözleri içten bir pişmanlıkla bakan bir yüzle karşılaştı. Şemsiyesini yerden alan adam, sanki binlerce kez karşılaşmış gibi tanıdık geliyordu.
“Sorun değil,” dedi Zeynep, “hepimiz acele ediyoruz.”
Vapur düdüğünü çaldığında ikisi de aynı anda vapura yöneldiler. Yağmur daha şiddetli yağmaya başlamıştı, insanlar koşuşturuyor, vapur içindeki yerlerini almak için sıraya giriyorlardı. Kapalı bölüme geçtiklerinde, tesadüfen yan yana boş iki koltuk bulmuşlardı.

Tesadüflerin Dansı
Osman, o günden sonra Zeynep’i her yerde görmeye başlamıştı. Bazen işten çıkış saatinde vapurda, bazen hafta sonu Kadıköy sokaklarında, bazen de şehrin kendisi kadar kadim kitapçılarda… Bir keresinde ikisi de aynı sergiyi geziyorlardı. Osman, mimarlık üzerine bir sergide Zeynep’i antik Yunan mimarisi önünde not alırken gördüğünde artık bu kadarının gerçek bir tesadüf olamayacağını düşünmüştü.
“İstanbul’un en kalabalık yerlerinde sürekli karşılaşmamız biraz garip değil mi?” diye sordu Osman, neredeyse bir fısıltıyla.
Zeynep gülümseyerek, “Belki de şehir bizi birbirimizle tanıştırmak istiyordur,” dedi.
O gün sergi çıkışında Balat’ın dar sokaklarında yürüdüler, yüzyıllık hikâyeler taşıyan binalara bakarken kendi hikâyelerini de paylaştılar. Osman, Zeynep’in İzmir’den neden ayrıldığını sormadı, onun gözlerindeki hüznün nedenlerini zamanla kendisinin anlatmasını tercih etti.
Zeynep ise Osman’ın mimarlık fakültesini bitirdikten sonra tarihi eserlerin restorasyonu üzerine çalışıyor olmasını hayranlıkla dinledi. Osman anlattıkça İstanbul’un taşlarında yatan hikâyeleri duyabiliyordu sanki.
“Her bina bir hikâye anlatır, sadece dinlemeyi bilmek gerek,” dedi Osman, gözleri ışıldayarak. “Bu şehirde binlerce yıllık aşklar, hayaller, hayal kırıklıkları saklı.”
Akşamın serinliği çökerken ikisi de zamandan habersiz, saatlerce konuşmuşlardı. Zeynep, uzun zamandır hissetmediği bir rahatlıkla kendini ifade etmiş, Osman ise onun anlattıklarını büyük bir dikkatle dinlemişti.

Kırık Parçalar
Zeynep, her salı sabahı işe geç giderdi, kimse nedenini bilmezdi. Şirketin patronu bu duruma göz yumuyordu, çünkü Zeynep pazartesi geceleri geç saatlere kadar çalışıyor, projeleri herkesten önce tamamlıyordu. O salı sabahı Osman onunla birlikte gitmek istemişti.
“Benimle gelmek istediğine emin misin?” diye sordu Zeynep, endişeli bir sesle.
“Eğer izin verirsen, evet,” dedi Osman. “Seni daha iyi tanımak istiyorum.”
Karacaahmet Mezarlığı’nın demir kapısı önünde durdular. Zeynep ilerledi, Osman arkasından sessizce takip etti. Birkaç dakikalık yürüyüşün ardından, mütevazı bir mezar taşı önünde durdular. Taşta “Kerem Yılmaz, 1987-2022” yazıyordu.
“Nişanlımdı,” dedi Zeynep, sesi titreyerek. “İzmir’den İstanbul’a arabayla gelirken kaza geçirdi. Ben arka koltukta uyuyordum, hastanede gözlerimi açtığımda artık yoktu.”
Osman hiçbir şey söylemedi, sadece yanında durdu. Zeynep, mezar taşının üzerini temizledi, getirdiği papatyaları yerleştirdi.
“Biz çocukluk arkadaşıydık, birbirimizi hep tanıyorduk. İkimiz de mimar olmak istiyorduk, aynı üniversiteye gittik. İstanbul’da birlikte çalışacaktık, hayallerimizi birlikte inşa edecektik.”
Osman yavaşça elini Zeynep’in omzuna koydu. “Onun için çok üzgünüm.”
“İlk zamanlar İzmir’de kaldım, ama her köşe, her sokak bana onu hatırlatıyordu. Sonra kararımı verdim, İstanbul’a geldim. Benim için bir kaçıştı belki, ama onun hayalini yaşatmak istedim.”

Yeni Başlangıçlar
Aradan aylar geçti. Zeynep artık salı sabahları işe geç kalmıyor, mezarlığa pazar günleri gidiyordu. Bazen yalnız, bazen Osman’la birlikte… Osman ona hiçbir zaman acele etmesi gerektiğini söylemedi, sadece yanında oldu. Zeynep’in kırık kalbi yavaş yavaş iyileşmeye başlamıştı.
Bir sonbahar günü Osman onu tarihi yarımadaya götürdü. İkisi de işten izin almışlardı. Sultanahmet Meydanı’nda oturup insanları izlediler, Kapalıçarşı’da kaybolup kokular arasında dolaştılar, Yerebatan Sarnıcı’nın serin karanlığında geçmişin fısıltılarını dinlediler.
Galata Köprüsü’nün üzerinde dururken Osman, Zeynep’e bir zarf uzattı. Mimar çizimleri gibi titizlikle hazırlanmış bir çizimdi bu; Zeynep’in hayalini kurduğu minimalist ev tasarımı. Osman onun anlattıklarını dinlemiş, çizime dökmüştü.
“Bu… bu harika,” dedi Zeynep, çizime bakarak.
“Zamanla her şey daha iyi olacak,” dedi Osman, gözlerinin içine bakarak. “Hayatımıza yeni anılar inşa edebiliriz.”
Zeynep elini Osman’ın eline uzattı. İkisi de biliyordu ki bazı aşklar sessizce, yavaş yavaş, sabırla kurulurdu. Tıpkı İstanbul’un yüzyıllar boyunca katman katman inşa edilmesi gibi.
O akşam güneş Marmara’nın sularının arkasında kaybolurken, onlar gelecek planları yapıyorlardı. Zeynep’in yüzündeki tebessüm uzun zamandır orada olmayan bir mutluluğun habercisiydi. Bir zamanlar kaçtığı şehir, şimdi ona yeni bir hikâye sunuyordu.
“Bu şehirde binlerce yıllık hikâyeler var,” dedi Osman, “ve şimdi biz de kendi hikâyemizi yazıyoruz.”
Zeynep başını onun omzuna yasladı. “Evet, hem de en güzelini.”
İstanbul’un karşıdan karşıya uzanan silueti, onların hikâyesinin tanığı olarak oradaydı. Mavi şehir, iki yabancının yollarını birleştirmiş, tesadüflerle başlayan bir aşka ev sahipliği yapmıştı. Zeynep artık biliyordu ki bazen hayat beklenmedik bir dönemeçte insan karşısına çıkıyor, kaybettiklerimizin acısı hafifliyor ve yeni başlangıçlar mümkün oluyordu.